10 Nisan 2025 Perşembe
-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024-
“Osmanlı Devleti (Devlet-i Âliyye) bazılarının dediği gibi emperyalist olsaydı, bugün Balkan ülkelerinin ve Afrika’nın ve Arap ülkelerinin hepsinde Türkçe konuşulurdu ve hepsi Müslüman olurdu.
Batılıların işgal ettikleri ülkeler bugün önümüzde duruyor; Afrika ülkeleri ya Fransızca konuşuyor ya da İngilizce…Güney Amerika’da İspanyolca ve Portekizce konuşuluyor…
Erbakan Hocamızın deyimiyle, “Hadi oradan, hadi oradan…”
HIRVATİSTAN
Hırvatlar; bugünkü Hırvatistan topraklarının bulunduğu coğrafyaya 7. Yüzyılda gelmişler. 9. yüzyılda Hristiyanlaşmışlar. 16. yüzyıldaki Osmanlı akınlarına kadar devam eden yaklaşık dört asırlık dönemde, Hırvatistan Krallığı varlığını sürdürmüş, muhafaza etmiş. 1918 yılına gelindiğinde Josip Broz Tito’nun kurduğu Yugoslavya devletine dahil olmuşlar.
Tito’nun ölümünün ardından 1991 yılında birlikten ayrılarak 25 Haziran’da bağımsızlıklarını ilan etmişler. 2009 yılına gelindiğinde NATO’ya, 2013 yılına gelindiğinde ise AB’ye üye olmuşlar.
Split
Split’teyiz. Dalmaçya bölgesinin en önemli şehriymiş Split. Denizi, marinaları, 1700 senelik Dieklotianus sarayı, alışveriş dükkanları, cafeleri, cruise limanı, adaları ile Akdeniz kıyısında önemli bir şehirmiş Split. Yunanlılar, Romalılar ve Türkler Split’e onlarca eser bırakmışlar ama bugün o eserlerden sadece birkaçı kalmış. Benden öncesi yoktur mantığıyla hareket eden yeni gelenler, öncekilerin eserlerini, kültürlerini yok etmeyi temizlemeyi marifet saymışlar.
Sahil kenarında indik otobüsten. Sahil oldukça kalabalık. Genişçe bir yürüme alanı bırakılmış. İnsanlar sel gibi akıyor ama birbirlerini fazla rahatsız etmiyorlar. Kimisi geliyor kimisi gidiyor. Nereye gelip gittikleri de belli değil. Sanki volta atıyorlar. Curcuna gibi ama yine de bir düzen var bu gidip gelişlerde. Çeşitli ırklardan insanlar görüyoruz. Daha çok Uzak Doğulular göze çarpıyor. Küçük boylarından ve çekik gözlerinden anlıyoruz.
Sahil boyunca hediyelik eşya satan çadırlar kurulmuş sağlı sollu. Yiyecek ve içecek satanları da var.
Gözlerimiz Gülşah Hanımı aradı. Evet işte orada. El sallıyor. O da bizi bekliyormuş zaten. Kucaklaştık, hal-hatır sorduk. Heyecanlı heyecanlı, kısaca başından geçen maceraları anlatıverdi bir çırpıda. İşleri rast gitmiş… Berlin’e iner inmez hemen ilgili resmi daireye giderek, seyahat yapmasına engel olan pasaport pürüzünü kaldırtmış… ve bulduğu ilk uçakla da Hırvatistan’a gelmiş…Müthiş bir azim. “Ben bu tura ne olursa olsun katılacağım” demiş ve amacına ulaşmış. O kadar olanlardan sonra moralinde kayıp yok, şimdi bizimle. “Tekrar aramıza hoş geldiniz Gülşah Hanım…”
Nihayet bütün arkadaşlar bir aradayız. Yüzlerimiz gülüyor. Önce kısa bir ihtiyaç molası verildi. On dakika sonra belirlenen yerde toplanmamız gerekiyor. Toplandık. Split’te gezilecek, o kadar çok tarihi eser olmadığı söylendi Split rehberimiz tarafından bize. Müslümanlardan/ Osmanlı’dan kalan eserler de yok edilince; ellerinde kala kala bir saray ve bir de katedral kalmış.
Saray 305 yılında Roma İmparatoru Diocletianus adına yaptırılmış. Yapının yarısı şahsi diğer yarısı askeri amaçlarla kullanılmış. Bugün bir bölümü müze olan saray; çevresindeki dükkanlar, restoranlar ve kafelerle cazibe merkezi. Peristyle Meydanı ise sarayın merkezinde mimari çeşitliliği ile yıllara meydan okumaya devam ediyor. Üç tapınağın çevrelediği meydanda 3.500 yıl önce Mısır’dan getirilen Sfensk ‘i görebilirsiniz. Sfensk; kafası koç, kuş veya insan; gövdesi ise uzanan bir aslan biçimini alan heykel demekmiş.
Orada bir de anıt var. İnsanlar toplanmış etrafında, ha bire itişip kakışıyorlar. Kutsanıyor anıt. Split’teki Grgur Ninski Heykeli. Yerel kimlik ve geleneğin sembolüymüş. İyi şans dilemek için ayak heykelin başparmağını ovuşturmak pek çok ziyaretçinin katıldığı eğlenceli bir gelenek olmuş. Belki gerçekleşeceğine inanarak dilek tutanlar da vardır. Heykelin kendisi dikkate değer elbet. Çevresindeki meydan da alabildiğine canlı. Ama ben o heykel ile ilgili verilen bilgileri çok kısa buldum. Biraz daha tarihsel bağlam veya yorumlayıcı bilgiler gerekiyordu. Oraya yedi metre boyunda dikilen heykelin mutlaka arka planının olduğunu düşünüyorum. Hem de başparmağın hikayesi de olmalı. Neden kutsaldır o parmak?
Halkın inancına göre o heykelin ayağına ellerinizi sürerseniz dilekleriniz yerine gelirmiş. Herkes orada bir dilek tutuyor. Sonuç aldılar mı bilmiyorum…Biz de tuttuk tabi ki dilek. Karlofça’da da tutmuştuk aşk çeşmesinin başında bir dilek. Hem suyundan da içmiştik.
Sadece Müslümanlarda varmış böylesine batıl inançlar gibi sürekli Müslümanlar eleştiri yağmuruna tutunuluyor. Çok bilmişler yapıyor bunu. İnsanın olduğu her yerde bunlar olur. Olmaz ise sıkıntı var demektir. Ama tuttuğu dilekleri çoğu insan ciddiye almaz. Bir anlık eğlence olarak görür, öyle bakmak lazımdır bu gibi eylemlere…Ortalığı velveleye boğmanın da anlamı yoktur. Bırakın insanları rahat bir nefes alsınlar…Etrafını haram duvarlarıyla, yasaklarla örmeyin insanların. Bu insanların hür iradeleriyle haram işlemek, yasaklara meydan okumak gibi hakları da vardır…
Rehberimiz 30 dakikada tanıtımı tamamladı. Daimî rehberimiz tarafından ona verilen talimat öyle olmalı. Grubun toplanmasını bekleyerek anlatımlar yapılsa, sorulara cevap verilse fotoğraf molası vere vere gidilse gezi daha da anlamlı hale gelecek ama bir türlü bu ahengi sağlayamadık. Paşaya kelle yetiştirebilmek gibi bir görevi varmış galiba rehberin, koşturur gibi gidiyor. Arkasından yetişmek mümkün değil. Sonra da 2 saat serbest zaman veriyor ve oturuyor oraya. Bilen ama bildiğini bilmeyen birisine yetki verilirse önce babasını sallandırırmış yağlın urganda.
Kifayetsiz muhteris birisine mahkûm olmak kadar zor bir şey yokmuş meğer…
Serbest Zaman
Serbest zaman iki saat. Bazı arkadaşlar sahilde yürümeyi veya denize karşı oturup kahvelerini yudumlamayı tercih ettiler. Ben geldiğimiz yerden geriye dönerek sarayı ve katedrali gezmeyi ve fotoğraflamayı tercih ettim.
Benim gibi yapanlar da vardı. Onlarla karşılaştık ara sokaklarda, sarayda, katedralde. Fatma Yalçın ve eşi Durmuş bunlardandı. Mahmut bey ve eşi de onlarla idi. Önce sarayı fotoğrafladım, sonra katedrali. Hatta katedralin kulesine de çıktım. Saraya girmek için ekstra bir ücret ödemeniz gerekiyor.
Saray oldukça görkemli. Üç katlı. Hemen yanında Saint Dominus Kilisesi var. Kilisenin yapılış amacı Diocletian’a mezar olmasıymış. İçine girilebiliyor ancak, kısa şort ya da etek ile girmek yasak. İçeride fotoğraf çekimi de yasak.
Kilise, restorasyona uğramadan günümüze kadar ayakta kalan en eski Katolik kilisesiymiş. Üç bölümden oluşan kiliseye 13. yüzyılda Hz. İsa’nın hayatını anlatan sahnelerin olduğu ahşap kapılar yaptırılmış. 17. yüzyılda yapılan çan kulesi ise Split’i ve Atlantik’i kuşbakışı seyretmek için harika bir imkân. Katedralin içi oldukça serin. Çan kulesine giden yol tamamen ayrı. Kulenin tepesinden manzara olağanüstü. Buradan şehrin 360 derecelik bir açı ile seyredebiliyorsunuz. Çıkarken nefes nefese kalıyorsunuz ama tepeye çıkınca bu yorgunluğa değdiği için mutlun oluyorsunuz. Her türlü çabaya ve beklemeye değer.
Kiliseye giriş için ayrı bir ücret, kuleye çıkmak için ayrı bir ücret alıyorlar. Türkiye’de Sultan Ahmet Camii’ne ve Süleymaniye Camii’ne girenlerden ücret alınmıyor. Demek ki almak gerekiyor. Hatta minaresine çıkandan da ayrı bir ücret almak gerek. Adım attıkça para tuzakları kurmuşlar Balkanlara. Bu tuzaklara yakalanmamak mümkün değil. Hem tarihi eserleri yok etmişler hem de kalıntılar varsa onlardan para kazanıyorlar. Vahşi kapitalizm. Hizmet etmekten ziyade sömürü üzerine kurulmuş.
Sonra ara sokaklara daldım. Geçmişin küf kokan sokaklarını adımladım. Oraları da fotoğrafladım. Tarihi yapılar insan doğasına o kadar uygun ki, rahatlıyorsunuz, o yapıları gezerken hayranlığınızı da gizleyemiyorsunuz. Estetik ön planda. İster katedral ister saray olsun ister cami ve kervansaray… Hepsi harika.
Şimdikiler beton yığını, üzerinize üzerinize geliyorlar. Estetikten eser yok. Split’ten kaldırın sarayı ve katedrali o yeni yapılan beton yığınlarını görmeye kimler gelecek bir bakın…İnsanlar oralara sahil görmek için gelmiyor, geçmiş medeniyetlerden kalan eserleri görmek için geliyorlar, sahil her yerde var.
Fotoğraflama işim bitince sahile arkadaşların yanına gittim. Denize nazır kahvelerini yudumlarken buldum onları. Pazardan domates, biber, peynir ve içecek alıp sahil kenarında piknik yapanlar bile olmuş. Hatta balık yiyenler bile olmuş. Ama ben ne kahve içebildim ne de dondurma yiyebildim Atlantik’e nazır. İki saatlik süre çoktan bitmiş…Gidiş anonsu yapılıyor. “Haydin beyler, gidiyoruz!”
Müslümanların Durumu
Hırvatlar, on beşinci yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’a inmesiyle İslâm ile tanışmışlar. Dalmaçya, Slavonia ve Krajina bölgelerinde inşa edilen yüzlerce cami, okul, tekke yapılmış Müslümanlar tarafından. Vakıflar kurulmuş. Bu eserlerin büyük çoğunluğu maalesef medeniyet katillerinin ellerinden kurtulup da günümüze kadar ulaşamamış.
Yugoslavya döneminde halkı Müslüman olan Bosna-Hersek’le aynı bayrağı ve devleti paylaşan Hırvatistan; Yugoslavya’nın dağılmasının ardından Sırbistan’ın Bosna-Hersek’i işgali ile başlayan savaş ve soykırım sürecinde iyi bir sınav verememiş. Yer yer Bosna halkına karşı işlediği cinayetlerle, cürümlerle, kimi zaman da Sırpların hukuk ve insanlık dışı uygulamalarına göz yumarak ya da o katliamlara zemin hazırlayarak, 20. Yüzyılın bu en büyük soykırımının sorumlularından birisi olmuş.
Günümüzde Hırvatistan nüfusunun sadece %2’si Müslümanmış. 600 sene kalınan bir coğrafyada bugün “ben buradayım” diye bağıra bağıra sizi selamlayan bir iz göremiyorsunuz, bulamıyorsunuz, yok. Yazık hem de çok yazık. Osmanlı Devleti (Devlet-i Âli Osmaniye) bazılarının dediği gibi emperyalist bir devlet olsaydı; bugün Balkan ülkelerinin hepsinde Türkçe konuşulurdu ve hepsi Müslüman olurdu.
Batılıların işgal ettikleri ülkeler uzağımızda değil, işte önümüzde duruyor, içinde yaşıyoruz o ülkelerin. Bugün o ülkelerinin sömürgelerinde, Afrika ülkelerinde ya Fransızca konuşuluyor ya da İngilizce…Güney Amerika’da da İspanyolca ve Portekizce konuşuluyor…Erbakan Hocamızın deyimiyle, “Hadi oradan, hadi oradan…”
Dieklotianus sarayı
Split’e, Roma’yı ilk defa Doğu ve Batı Roma olarak ikiye bölen Roma imparatoru Diocletianus bir saray yaptırmış. Hükümdarın ölümü sonrasında Romalı yöneticiler bu sarayı kullanmaya devam etmişler. Bugün sadece turistik amaçla kullanılıyor.
Diokletianus, 297 yılında Antakya’ya da gelmiş ve yaklaşık 5 yıl Antakya’da yaşamış (297-302). Antakya’da yapılmış olan Roma Taş Köprüsü onun eseriymiş.
305 yılından 1972 yılına dek, bölgede gerçekleşen tüm büyük depremlere dayanmış olan Antakya Roma Taş Köprüsü, 1972 yılında, “hırsında boğulan” insan oğlunun cehalet ve “barbarlığı” karşısında yıkılmaktan kurtulamamış.
Dileğimiz, günümüzden 1718 yıl önce, Diokletianus tarafından, kendisine, miras olarak emanet edilen Antakya’nın Simgesi olan Taş Köprünün de Mostar Köprüsü gibi yeniden inşa edilmesidir.
Diocletianus’un en büyük başarısı; 21 yıllık yönetim erkini, gönüllü olarak bırakması, geri kalan yıllarını Split’de huzur içinde, bahçe işleri ile uğraşarak geçirmesiymiş.
Devam edecek