Prof. Dr. Seyhan Hasırcı

Prof. Dr. Seyhan Hasırcı

03 Nisan 2025 Perşembe

    SPOR NEDİR, NE DEĞİLDİR?

    SPOR NEDİR, NE DEĞİLDİR?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ülkemizin bugün spora dair içerisinde bulunduğu durum, beni 2000 yılında Manisa Celal Bayar Üniversitesinde düzenlediğimiz Spor ve Medya isimli Sempozyumuna götürdü! Götürdü diyorum taa o gün konuştuklarımızı bugün adeta tekrar edilircesine yuvarlanarak ve sisteme ilişkin kayda değer hiçbir şey yapmadan ve sadece günü kurtarmak amacı ile, göz boyamaktan başka bir işe yaramayan işlerle uğraşarak bugüne geldik. Sonuç kocaman bir HİÇ!

    Bazı arkadaşlarımız Türk sporunda yüzleşme kültüründen bahsediyor! İyi güzelde önce kişi kendi içinde bu yüzleşmeyi yapması daha doğru olmaz mıydı? Daha bir ay önce sporun tüm paydaşları ile kişi kurum ayrımı yapmaksızın, Türk sporunun içerisinde bulunduğu duruma ilişkin bir Zirve toplantısı yaptık ve bu zirveye kendi alanlarında önemli işler yapmış insanların yanında bazı federasyon başkanları, siyaset adamları, sporun içerisinden (yapan ve yaptıran) gelen insanları davet ettik ve ısrarla bu zirvede neden başarısızız olduğumuzu değil, nasıl daha güzel yapabiliriz konusunda yoğunlaşacağımızı belirttik ve çok güzel sonuçlarda aldık.

    Acı olan tarafı nedir biliyor musunuz değerli arkadaşlar önce büyük bir heyecanla bu zirveye katılacaklarını belirten ve bugün yüzleşmekten söz eden arkadaşlarımın bu zirveye neden (katılmadıklar bilemiyorum) katılmadılar? Bu konuya nereden geldim! Sanırım sporun tanımına amacına ve uygulanışına ilişkin sorunlarımız var!

    Yukarıda 2000 yılında yaptığımız Sempozyumda spora dair her şeyi tartışmıştık bana göre en değerli katılımcılarında bazıları, O zaman Hürriyet gazetesinde yazı yazan merhum Prof. Dr. Kurtan FİŞEK ve yine o zamanın Fanatik gazetesinde Fan Etik köşe yazarı merhum Cem CAN dostum idi! Birisi Siyasal Bilimler mezunu ve Ankara 19 Mayıs Spor Akademisi başkanlığı yapmış değerli bir bilim adamı, diğeri ise Sosyoloji eğitimi almış değerli bir spor yazarıydı. Burada çok değerli bir TV sunucusunu atlamak istemiyorum; önce TRT de iken kendisiyle tanışmıştım ardından NTV Sporun Efsane sunucusu Kenan ONUK’ta vardı aramızda, kırmadı bizleri ve geldi, ne acıdır ki iyi insanlar erken gidiyorlar her üçünün huzurunda saygı ile eğiliyorum.

    O gün bu insanlarla sporun her aşamasını karşılıklı tartışabiliyorduk ve tabii ki  konu spor kavramının hangi anlama geldiği sorusu gelince! Konuyla ilgili yüzlerce sayfalık Kitap yazan Kurtan Fişek hocam hemen heyecanla anlatmaya başlamasını hiç unutamıyorum ve her defasında sporun ne olduğu ve ne olmadığına ilişkin söylemlerini, görüşlerini hep hatırlayıp hep hatırlatacağım.

    Spor; Desport, Disport sözcüklerinden türetilen «spor» kavramı, en kestirme sözlük tanımıyla, «oyun, oyalanma, eğlenme ve işten uzaklaşma» anlamına gelir.

    Biraz da sporun tarihine baktığımızda, ilk sporların, aynı zamanda insanlık tarihinin ilk devletleri olan Eski Mısır ve Babil’de, bundan 5-6 bin yıl önce, bir tür «beceri yarıştırma» oyunu olarak ortaya çıktıklarını görürüz. Sporun kökenleri ve tarih mirası açısından geçerli, ama, olayın bugün ulaştığı gelişkinlik düzeyi açısından son derece yetersizdir bu gözlemler… İlk insansı yaratıkların itişip kakışmasından, çocukların alt alta, üst üste boğuşmalarından esinlenen «güreş», ilk çıktığı yıllarda, belki oyundu, gücün simgesiydi.

    Avlanarak geçimlerini sağlayan ilk insanların 50 bin yıl önce «var oluş becerisi» olarak geliştirdikleri «okçuluk», İ.Ö. 3000 yılının Mısır’ında, belki soyluları çok eğlendirmiş, oyalamış, Nil sularının ne zaman baskın vereceğini düşünmek gibi tatsız kaygılardan uzaklaştırmıştı.

    Ama, bugün durum çok farklı… Bir kere, tarihin ilk sporlarının tarihin ilk devletlerinde yapıldığı düşünülürse, spor, hem günümüz dünyasının en önemli, hem de en eski toplumsal kurumlanandan biri…

    Dahası, «insan yapısı» kurumlar içinde, dünya barışıyla kendisini en çok özdeşleştirmiş olanı… Dahası da var. «Spor sanayii» denilen çağcıl olay, maç biletiyle, malzeme satışlarıyla, yalnızca Amerika’da yıllık cirosu 130 milyar doları bulan dev bir iş kolu…

    Bu sanayinin işçileri, yani sporcularsa, geçimlerini sağlamak için herhangi bir meslek sahibi gibi günde 10-12 saat çalışmak zorunda olan insanlar… «Beyin ve kastan oluşan hassas bir makine, vücudunu araç olarak kullanan bir teknisyen, bir bilim adamı» olarak karşımıza çıkıyor günümüzün sporcusu…

    Böylesine bir ortam ve biçimde yapılan sporun «oyun ve eğlence» olmadığı kesinkes ortada… Hele sporcu açısından «oyalanma ve işten uzaklaşma» hiç değil… Tam aksine, işin ta kendisi…

    İkinci bir soru hemen insanın aklına geliyor; Spor başka ne değildir diye?

    Sporun yirmi-beş yüzyıllık bir geçmişi olduğu düşünülürse, bu süre içinde, kimi geçersiz, kimi yetersiz, çok sayıda tanımının yapılmış olacağı anlaşılır. «Spor» kavramına ilişkin olarak geliştirilen tanımları beş ana başlıkta toplayabiliyoruz.

    Yandaşları en yaygın olan ilk tanıma göre, spor, «insanın doğasında bulunan saldırganlık için sağlıklı ve barışçı bir emniyet supabı, saldırganlık güdüsünü denetim altına alan uygun bir ‘dostça rekabet’ ortamı, savaşın da barışçı ikamesidir». Özellikle Konrad Lorenz («Saldırganlık Üstüne») tarafından geliştirilen bu tanımın en büyük yanlışı, saldırganlığı insanın mayasında bulunan, doğuştan gelen güdüsel bir davranış olarak görmesidir. Oysa, insanlık tarihine baktığımızda, saldırganlığın doğuştan gelmediğini, toplumdan ve tarihten soyutlanamayacağını görüyoruz. Sözgelişi, toplu yaşayışın avlama-toplama temeline dayandığı ilkel toplumlarda, saldırganlık, salt ye­me-içme ihtiyaçlarının karşılanması için hayvanlara yönelikti. «İnsanın insana saldırması», başkalarını köleleştirerek emekten tasarruf edildiği bir sonraki toplumsal gelişme aşamasının talan savaşlarında çıktı ortaya… Aynı şekilde, insanların barış içinde yaşadıkları Orta Minoa döneminde «boks» sporu koruyucu başlıklarla, pamuk dolu eldivenlerle yapılırken, sürekli savaşan Roma’da bunların yerini demir tokmaklı, mahmuzlu cesti’ler aldı. Sözün özü, Lorenz gibi düşünenlerin temel yanılgısı, saldırganlığı, insanlık tarihinin belli bir dönemine değil, insanın kendisine özgü saymalarından kaynaklanıyor.

    İkinci tanıma göre, spor, «kişinin ruh ve beden sağlığını güvence altına alan, onun topluma uyumunu sağlayan, günlük hayatın gerginlik ve sürtüşmelerini masseden bir araçtır». Mısırlı prens ve soyluların eğlenmek için spor yaptıkları İ.Ö. 3000’lerde, hatta soylu İngiliz ailelerinin çocuklarının disiplin altına alındıkları on-dokuzuncu yüzyıl okullarında belki geçerliydi bu… Ama, çağdaş sporun kıyasıya «meslek rekabeti» ortamında, önemli olanın «yarışmak değil kazanmak» olduğu bir yapıda, böylesine yaklaşımlar «iyi niyetli bir çocuksuluk»tan öteye geçemiyor.

    Üçüncü tanım, aynı zamanda en tehlikeli olanıdır. Sporu, «yurtsever, hiyerarşik ve otoriter bir devlet eliyle ulusal birliği örgütleyen bir eğitim aracı» olarak gören Ludwig Jahn (1810), «kitle sporunun para-militer değeri konusunda iktidardaki seçkinleri inandırmak» ödevini üstlenen modern olimpiyat oyunlarının kurucusu Baron Pierre de Coubertin bu akımın tipik temsilcileridir. «Sporun gerçek işlevi genç insanları savaşa hazırlamaktır» diyen Eisenhower’la «Waterloo Savaşı aslında Eton’un oyun sahalarında kazanıldı» diyen Wellington Dükü’nü de bunlara ekleyebilirsiniz. Dönüp dolaşıp geldikleri yer aynıdır: devletler için hem doğal, hem gerekli olan yayılma politikaları için, spor, en etkili «para-militer» eğitim aracıdır. Bu yaklaşımın temel (ve sporun özüne ters düşen) yanlışı, sporu, savaş, siyaset ve şovenliğin emrine vermesidir.

    Dördüncü tanıma göre, spor, bir yandan «kitlelerin afyonu», beri yandan «suspansuvarlı milliyetçiliktir». Kapitalizmin giderek yoğunlaşan bunalımıyla sporun giderek konu olduğu kitlesel ilgi arasındaki ters orantıya dayanır bu görüş… Francisco Franco’nun Bernabeau stadı için «Bana 150 bin kişilik bir uyku tulumu yapın», Antonio Salazar’ın «Portekiz’i kırk yıl süreyle 3F, fiesta (şölen), Fadima (örgütlü din) ve futbolla yönettim» türünden sözler de bu gözleme «kanıt» olarak gösterilir. Bu görüşü savunanların gözden kaçırdıkları ya da görmezlikten geldikleri konu, sporun, ilk insanlardan bu yana nasıl olup da tüm toplumlarda, tüm insanlar tarafından eş ölçüde ilgi gördüğüdür.

    Son tanım, bir bakıma, öteki dört tanımın sentezi niteliğinde olduğu için hem en kapsayıcı hem de eleştiriye en az açık olanıdır. Buna göre, spor, «oyunla yarışmayı birleştiren, bedensel yetenekleri daha fazla olduğu için kazananları ödüllendiren, üst düzeyde oyun, mücadele ve ağır kas çalışması gerektirdiği için sürekli ve yoğun çabayı zorunlu kılan bir uğraşıdır». Bu tanımın tek eksiği, sporu sporcunun fizyolojik yapısıyla sınırlı tutması, olayın bireyleri çok aşan toplumsal boyutunu gözden kaçırmasıdır. Aslına bakılırsa, «körün fili tanımlamasına» benziyor bu yaklaşımlar. Sporda kuşkusuz «mücadele ve rekabet» var.

    Dünyanın kimi ülkesinde tarih boyunca «kitlelerin afyonu» ya da «savaşa hazırlık kursu» olarak kullanıldığı açık… Üstün bedensel yetenekler gerektirdiği de doğru… Ama, tek başlarına alındıklarında, «spor» olgusunun olduğu gibi algılanması mümkün değil… «Spor nedir?» sorusuna sağlıklı bir yanıt getirebilmek için, işe başından, sporun temelde neyi temsil ettiğinden başlamak gerekiyor. Ne acıdır ki biz Eyyüpspor Galatasaray maçına takılmış gidiyoruz……

    Saygılarımla

    Prof. Dr. Seyhan HASIRCI