-Türk Eğitim Derneğinin Balkanlar Turundan 2024-
“Başta Sofya olmak üzere, vakıf kültürü açısından Osmanlı topraklarının en zengin bölgelerinden biri olan Bulgaristan’da binlerce eser tahrip edilmiş. Sayısı 4 bine yaklaşan ve hemen hepsi vakıf eseri olan cami, medrese, çeşme, imaret, kervansaray, okul, köprü, tekke-zaviye, han, hamam ve türbeden günümüze az sayıda eser ulaşmış. 100 yıl içinde hepsi talan edilmiş.”
Serdica Antik Şehrin Kalıntıları
Serdica, eski Trak kabilesi olan Serdilerden gelen bir isimmiş. MÖ 7. Yüzyılda Sofya’ya yerleşen kabileler, kendilerinin kurdukları o şehre Serdi ismini vermişler. Daha sonra Romalılar, şehri Trakyalılardan almış ve şehre Serdica ismini vermiş. Serdica Romalıların egemenliğinde altıncı yüzyıla kadar kalmış. Antik şehrin kalıntıları Seyfullah Paşa Camii’nin hemen arkasında. Yıllara meydan okuyarak günümüze kadar gelmesini bilen o kırmızı tuğlalar haklı olarak böbürleniyorlar. Duvara kollarınızı koyup kalıntılar üzerinde biraz düşünür ve hayal gücünüzü zorlarsanız kalıntıların o gururunu görüyorsunuz. Kazı çalışmaları devam etmekteymiş. Serdica kentinin tamamının gün yüzüne çıkarılması mümkün olur mu bilmem ama önemli bir bölümünün çıkarılacağı kesin.
St. Petka Kilisesi
Antik şehrin öbür ucunda St. Petka Kilisesi var. 14. yy’dan kalma tarihi bir kilise. Alt geçidin hemen yanında. Bulgar halkı için de oldukça önemliymiş bu kilise, küçük ve basit bir yapı olduğu için dışarıdan bakıldığında, sadece bir çatı ve bir çan kulesi görülüyor. Kilisenin hastalara ve zor durumda olanlara şifa dağıttığına inanılırmış.
Bulgarların bu kiliseyi değerli bulmalarının sebebi sadece şifa dağıtması değilmiş; Bulgar halkının milli kahramanı Vasil Levski’nin de burada gömülü olduğuna inanmalarıymış. Vasil Levski, Sırbistan’da eğitim alan ve sonra da Osmanlı yönetimine başkaldıran bir terörist (19.yy.).
Akşam Yemeği İçin Restorandayız
Tur sonunda Cami sokağına arabamızı park ederek akşam yemeği için restorana gittik. Camiyi yemekten sonra gezeceğiz. Yer altında bir restoran. Ambiyans fena değil. Ama çalışanlarda güler yüz -tatlı dil yok. Hoş geldiniz, buyurun falan da yok. Nedense içeride bizden başka müşteri de yok. Karnımız aç. Sabah 03 ten beri yoldayız. Günün sonuna gelmişiz. Saat on dokuz. Uçakta yediğimiz yemekle duruyoruz. Hemen oturduk masalara, yemekleri beklemeye koyulduk. Rehber firma temsilcisiyle birlikte arkada bir masaya oturdu ve ellerindeki telefonla meşgul olmaya başladılar. Bir zaman sonra yemek geldi. Bir tabağın içinde biraz pilav ve bir parça kızartılmış tavuk eti. Ne salata var ne de içecek. Tavuk yemeyen arkadaşlarımız da var. Şoke olduk. Herkes birbirine bakıyor. Suna Hanım “ben tavuk eti yemiyorum. Salata falan da mı yok” dedi yüksek sesle. Kimseden ses çıkmadı. Garson gibi ortalıkta mahkeme duvarı gibi dolaşan şahsa sordum bu nedir böyle, sofraya başka bir şey gelmeyecek mi?
Yarım yamalak Türkçesiyle yüzüme bile bakmadan gayet soğuk bir şekilde “bize söylenen budur.” Dedi. Rehbere döndüm ve aynı soruyu sordum. O da “buralar Balkanlar, bunları bulduğunuza şükredeceksiniz…” diye gözünü telefonundan kaldırmadan terbiye sınırlarını aşan bir tarzda cevap verdi. Tam masayı devirme aşamasında geldiğimde, sabır böyle zamanlarda gerek dedim ve kendimi frenledim. Suna Hanım, görmüş geçirmiş bir hanım. O gün aç kaldı garibim. Sağ olsun tur arkadaşlarım da çok olgun davrandılar.
Yemekten sonra tanışma toplantısını nerede yapacağımızı sordum o kifayetsiz muhterise:
“Ne toplantısı yapacaksın ki, senin söyleyeceklerin neler ise bana söyle ben söylerim otobüste, toplantıya gerek yok” demesin mi. Anladım ki bu rehberle işimiz var gezi boyunca.
Restoranda toplantı
Oturduğum yerden ayağa kalktım ve konuşmamı yapmaya başladım restoranda. Anlaşma yaptığım tur şirketinin asıl sorumlularının vize alamamasından bahisle Ali’yi ve rehberi arkadaşlara tanıttım. Ama arkadaşları onlara tanıtmadım. Recai Şentürk ve Fatma Mıdık kızımızı da tur süresince sorumlu kişiler olarak tayin ettim. İhtiyaç anında onlara başvurulacaktı. Her gezide yaptığımız rutin bir uygulamaydı bu.
Rehber bu görevlendirmeden rahatsız oldu. Ben daha konuşmamı bitirmeden oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi, saygısız bir şekilde, müsaade almadan, “Gezi süresince sorumlu benim, ihtiyaçlarınızı bana söyleyeceksiniz” deyiverdi. Anladım ki; kompleksi de var. Kifayetsiz bir muhteris.
Otelde toplantı
Restorandan ayrıldık. Otobüse bindik ama restoranın şokunu henüz üzerimizden atamadık. Kısa bir şehir turundan sonra otele yerleştik. Dışarıya çıkmadan önce Ali ve sonra da ikisi ile bir görüşme yaptım. Ali’ye: Sen de biliyorsun ki, Emin ile biz böyle anlaşmadık, daha işin başındayız, birbirimizi tanımıyoruz, böyle olursa maraza çıkar ve gezinin tadı kaçar, ben rehberle muhatap olmayayım, sana söyleyeyim ve sen söylenmesi gerekenleri söyle, yolumuz uzun, sıkıntı çıkmasın, kendin hallet, mümkünse Emin’e de duyurma, Emin rehbere ulaşır ve tadımız kaçabilir. Geziden sonra Emin’e anlatırsın olanları dedim. O da konuların yabancısı olduğu için sadece omuzunu silkerek onayladı beni.
Rehbere de anlaşma şartlarını tek tek hatırlattım. Turdan beklentilerimiz nedir onu da altını çizerek anlattım. Amacımızın turistik bir gezi olmadığından bahsettim. Bizim gezilerimizin adı “kültür gezisidir” ve bu gezi bizim 17’nci gezimizdir dedim. Anlattım anlatmasına da rehber beni dinledi mi dinlemedi mi ondan emin değilim. Sözün daha fazlası deliye söyleneceğinden söylenenleri yeterli buldum.
Elim kolum bağlıydı. Anlaşma yaptığım kişi burada değil. Vekil olarak gelen kişi konuya hâkim değil. Balkanlara yabancıyım. Sekiz ülke gezeceğiz. Gezinin parasını da peşin ödediğim için daha fazlası beni sıkıntıya düşürebilir. Ortalıkta kalakalırız. Karşımdaki kişi, para gözlü, olgunlaşmamış şımarık birisi.
Kendimi geri plana aldım Recai ve Fatma üzerinden yönlendirmeler yaparak geziyi kazasız belasız tamamlamak niyetindeydim, öyle de yaptım. Önceden tespit ettiğimiz gezi güzergahını sözlü ilaveler de dahil olmak üzere, rehberle olan negatif iletişime rağmen eksiksiz olarak tamamladık. Tura katılan arkadaşlarımızın olgun davranmaları çocukla çocuk olmamaları turun ahenginin bozulmamasını sağladı.
İnci Alışverişi
Ohri’deyiz. İncisiyle ün salmış bir tarihi şehir Ohri. Rehberimizin tavsiye ettiği bir inci dükkanına girdik. Önce dükkân sahibi Ohri incisi ile ilgili bir sunum yaptı. Ohri incisi bildiğimiz inci gibi istiridyeden elde edilmiyormuş. Ohrid Gölü’nde yetişen endemik bir tür olan inci balığının pullarından yapılıyormuş. Gerçek inciye göre çok ucuz olmasının sebebi, el yapımı olmasıymış. Pullar özel işlemlerden geçirilerek bildiğimiz hamur haline getirildikten sonra, has halde veya içine sedef katılarak elde edilmekteymiş.
Hediye almak isteyenler aldı inci çeşitlerinden. Kimimiz küpe ve yüzük alırken kimimiz kolye aldı.
Böyle turlarda zaman sınırlıdır. Dükkân dükkân hediye almak için dolaşmaya zaman yetmez. “Ben çok iyi bir yer biliyorum hem kaliteli hem de ucuza mal satar, daha iyisini başka bir yerde bulamazsınız, ben de orada olacağım zaten, fiyatlarda indirim de yaptırırım…” der rehber. Bizlere de tavsiye edilen o yerden alışveriş etmek düşer.
Bütün rehberler aynı şeyi yaparlar. On yedinci turunu yapan ben, bu işlerin nasıl döndüğünü tahmin edebiliyorum.
Restoran seçimi de aynı mantıkla yapılır. Mesela, o tavsiye edilen restoranın yemeği çok özeldir. O restoran, bizlerin ağız tadıyla yemek yememiz için özellikle seçilmiştir…
Bunlar hep tur tezgâhlarıdır. Hacca gidenler de bilir bu tezgâhları. Rehber veya hoca alır hacı kardeşimizi, götürür bir dükkâna ve yardımcı olur. Dükkân sahibi de rehbere yardımcı olur… Düzen böyle kurulmuştur. Mümkün olursa, turlarda uygulanan bu çirkinliklere seyirci kalmamaktır.
Biz Müşterilerimizi Haramdan Koruyoruz
Ben daha gezinin ikinci günü tur şirketine durumu bildirdim. Yemek öncesinde çorba olması gerek ama yok. Salata yok. Pilav da pilava benzemiyor. Buna çare bulmak gerekir, dedim. Dedim demesine de o da yemek konusunu normal gördü, hatta biraz daha ileri giderek yaptıklarının dini bir zaruretten kaynaklandığını ortaya koydu… Gayeleri bizleri haram yemekten korumakmış.
“Başkanım Balkanlarda Müslümanlar yemek konusunda sıkıntı çekiyorlar. Helal ve haram hususunda hassas olmamız gerekiyor. Yemekler, domuz eti pişirilen tencerelerde pişiriliyor. Kosova’da Makedonya’da yemekler düzelecek…” Güler misin ağlar mısın? Almanya’da yaşayan ve de ilahiyatçı olan birisine haram ve helal konusunda ders veriyor sevgili Emin. 12 seneden beri beni tanımamış gibi…
Açıklama aynen böyleydi. Bu açıklamanın adı, Allah ile aldatmakdır. Daha fazla para kazanmak için insanları tavuk etine mahkûm etmek. Bunu da din adına yapmak. “Bizim dini hassasiyetlerimiz var! aynı tencerede domuz eti de pişiriliyor… “ Şu lafa bakar mısınız Allah aşkına. Özürleri kabahatlerinden büyük. Tavuk hangi tencerede pişiyor Emin, tavuk tenceresinde sadece tavuk mu pişiyor, özel bir tencere mi o? Deyince de sustu. Sustu susmasına da sonuç değişmedi. Ertesi akşam masaya çorba geldi. Tel şehriye çorbası. Tencerede şehriyeyi ara ki bulasın. Yağlı ve tuzlu suyun içine atmışlar biraz şehriye olmuş çorba…
Diyeceksiniz ki, bunları ne diye yazıyorsun, turdan sorumlu olan sen değil misin? Evet tur sorumlusu benim. Ancak anlaşma yaptığım tur şirketinin sorumlu elemanı vize alamadı ben de onun yerine tura katılan sorumsuz sorumlu bir görevli ve rehberle baş edemedim. Sekiz tane ülkeyi hem de yabancısı olduğum ülkeyi gezeceğiz. Korktum. Aksi bir durumda tur tarumar olurdu. Bir sebebi de daha var yazdıklarım belki başkalarına yardımcı olur. Bunun için yazıyorum.
Kadı Seyfullah Camii
Cami kaldığımız otele çok yakın. Seyfullah Efendi Camii. Meğer, Seyfullah Efendi Camii 1566 senesinden beri bizi beklermiş. Büyük kavuşma… Ne saadet. Selamlaştık, kucaklaştık, dertleştik, hasret giderdik.
Caminin girişinde hemen sağda bir kulübe var. Genç bir delikanlı oturuyor içinde. Selam verdik ve yaklaştık. O da kulübesinden çıktı ve “aleykümselam hoş geldiniz” diye mukabele etti. Adı Salih. Salih İmam-Hatip Lisesi mezunu. Genç ve güler yüzlü bir delikanlı. Camiyi tanıttı bize. Aslında Caminin ismi Banyabaşı değil Banyobaşı imiş. Bu ismi, arkasındaki hamamdan alırmış.
“Bakın orada, kalıntılarını görüyorsunuz. Cami 1576 yılında Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. Günümüzde Sofya’da ibadete açık olan tek camidir.
Kadı Seyfullah Camii İsmiyle de meşhurdur.
Cami, Komünizm çöktükten sonra aslına uygun olarak restore edildi. Camide aynı anda 700 kişi ibadet edebiliyor.
Camiye adı verilen Kadı Seyfullah Efendi’nin türbesi, Osmanlı-Rus savaşı sırasında yıkılmış. Bu cami, Avrupa’nın en eski camilerinden biri olarak kabul edilir. Kare planlı ve merkezi kubbeli bir yapıya sahiptir. Caminin kubbesi sekizgen bir kasnak üzerine oturur ve dört yarım kubbe ile desteklenir. Caminin içi, kalem işi süslemeler, çiniler ve hat levhaları ile bezelidir. Mihrap ve minber, mermerden yapılmıştır. Minaresi tek şerefelidir. Cami, tarihi boyunca birçok onarım görmüştür. 1858 yılında meydana gelen şiddetli bir depremde cami hasar görmüş ve minare alemi yıkılmıştır. 1882 ve 1904 yıllarında, Bulgaristan Prensi Aleksander ve Sultan Abdülhamid’in katkılarıyla cami kısmen onarılmıştır. 1915-1917 yıllarında, Osmanlı hükümeti tarafından camiye 15.000 altın ayrılmış ve caminin minaresi, minberi ve kubbeleri tamir edilmiştir. 1983 yılında, Bulgaristan Ulusal Kültür Anıtları Enstitüsü tarafından caminin dış cephesi restore edilerek yeniden ibadete açıldı. Kadı Seyfullah Efendi Camii, Sofya’nın en önemli ve tek kültür miraslarından birisidir.”
Salih kardeşime teşekkür ederek namaz kılmak için içeriye girdik. Öğle ve ikindi namazlarımızı cemederek kıldık. Gezi boyunca uygulayageldiğimiz bir yöntem bu. Öğle ile ikindiyi akşam ile yatsıyı cemederek kılıyoruz ki, abdest almakta sıkıntı çekmeyelim ve zaman kaybımız da olmasın.
Vitoşa Caddesi
Serdica Şehrinin kalıntılarını takip ederek, alt geçitten Vitoşa Bulvarı’na ulaştık. Vitoşa Bulvarı, adını Sofya’nın güneyinde yer alan ünlü Vitoşa Dağı’ndan alırmış. Araçların girmediği, marka mağazaların, cafe ve restoranların bulunduğu, İstiklal Caddesi’ne benzeyen bir cadde Vitoşa Caddesi. Türk baklavacısı ve dönercisi de bu caddede. Kahve içmek için uygun bir yer aradık, Ekrem “burası uygundur” dedi ve caddenin ortalarında bir yere oturduk. Cadde kaynıyor. İnsan seli. Kimisi oraya gidiyor kimisi buraya. Dağın eteğindeyiz. Hava ılıman. Cengiz bizden ayrıldı Vitoşa caddesinde. Akşam yemeğinde restoranda karnı doymadığı için yiyecek bir şeyler bulma peşine düştü. Bizleri de davet etti. Aslında karnımız da açtı. Ama geç saatte yemek yemek istemedik. Cengiz yemekten sonra tek başına caddeyi baştan başa dolaşmış ve oradan otele geçmiş.
Bulgaristan topraklarında Müslümanların tarihi 14. Yüzyıla dayanırmış. 20. yüzyıla kadar 600 sene Osmanlı hâkimiyetinde kalmış. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin ardından özerk bir Bulgar prensliğinin kurulmasıyla birlikte bölgedeki Müslüman nüfus kalan Osmanlı topraklarına zorunlu göçe tabi tutulmuş. Sadece 1989 yılında 350 bin Türk, Türkiye’ye zorunlu göçe tabi tutulmuş.
Bu dönemde başta Sofya olmak üzere, vakıf kültürü açısından Osmanlı topraklarının en zengin bölgelerinden biri olan bu coğrafyadaki binlerce eser tahrip edilmiş. Bu kapsamda sayısı 4 bine yaklaşan ve hemen hepsi vakıf eseri olan cami, medrese, çeşme, imaret, kervansaray, okul, köprü, tekke-zaviye, han, hamam ve türbeden günümüze az sayıda eser ulaşmış.
Günümüzde (2024) Bulgaristan’daki Müslüman sayısı 700 bin civarında olup bunların büyük bir bölümünü Türkler oluşturmaktaymış.
Devam edecek
ALMANYA
7 saat önceALMANYA
8 saat önceALMANYA
9 saat önceALMANYA
9 saat önceALMANYA
10 saat önceALMANYA
10 saat önceALMANYA
10 saat önce